top of page

Yazamıyorum.

Bir ay oldu en son yazıyı yayınlayalı. Ve ben yeni yazı yazamıyorum. Hep vakitsizlikten, yoğunluktan diyorum, bazen de bahaneler mi üretiyorum? Kafamda bir sürü yazı tasarlıyorum, başlıklarını atıyorum, hatta bazen tamamen yazıyorum paragraflarını düzenliyorum ama bir türlü vakit bulup bilgisayarın başına oturup yazamıyorum. Hep araya bir şeyler giriyor. İş yerinde yeni görevler ediniyorum (yeni yazı konusu), tatile çıkıp ilk çadır deneyimimizi yapıyoruz (başka yazı konusu), oğluma ilk defa çok büyük çaplı doğum günü partisi düzenliyorum (başka bir yazı daha), nitelikli göçmenlik başvurusunun evraklarının hazırlanması, Türkiye gündemi takibi vs vs derken sürekli araya bir şeyler giriyor yazamıyorum.


Öyle mi acaba? Yazmak için vakit her zaman yaratılmaz mı? Severek takip ettiğim bir sürü çocuğu, işleri güçleri olan blogerlar nasıl buluyorlar da vakit yazıyorlar? Demek ki vakitsizlik değil sorun, daha derinine inmek lazım.


“Kimileri seninle vakit bulduğunda/ boş vaktinde görüşür, kimileri seninle görüşmek için vakit yaratır.”


Arkadaşlık üzerine aslında bu söz, ama yazmak üzerine de uyarlayamaz mıyız? Belki de iyi yazarlar yazmak için vakit yaratanlardır, benim gibi yazmak için boş vakit bekleyenler değil. Hevesimi aldım başlamadan çok uzatmadan bitirsem mi şu blog işini, yoksa korkularımla/çekincelerimle yüzleşip üzerine gitsem yazsam mı hep istediğim gibi.


Dedim ya belki daha derinine inmeli problemin. Neden yazamıyorum? Yazmak için çok düşüyorum. Filtrelerim neler? Herkesin tüm düşüncelerimi okumasından mı korkuyorum? Bir tarz bir kişilik yaratma baskısı mı var üzerimde? Nasıl bir blog olmalı? Sadece gezi mi? Sadece bilgi veren mi? Kişisel hayatımı ne kadar içerisine katmalıyım yazılarımın? Kelimeler aksın gitsin mi yoksa durup her seferinde süzmeli miyim? Politik yorumlarımdan, kendi içsel yolculuğumdan soyutlamalı mıyım? Kim neden okusun benim bloğumu? Amacım ne? Bunlar ve bunlar gibi bir sürü soru bazen kendi kendime sorduğum bazen de bana yöneltilen sorular mı tutuyor kelimelerimi?


Daha da derine inelim mi? Hadi cesaret edelim mi? Yoksa yine yazıp yazıp silelim, yakalım, kaybedelim mi?


Yeşil kaplı bir defter getirmişti babam. O kadar güzel bir defterdi ki, sanırım Amerika’dan gelmişti. Kalın kumaş kaplı kapağı, içi ise çizgili kağıt, kenarları kırmızı çizgili. Güzel bir defterdi. Ergenlik yıllarım, o zamanlar yazmak, günlük tutmak moda mı desem, bir akım mı desem öyle bir tutku içimde. Bazen düz yazıyorum, bazen şiir yazıyorum. Gençlik aşkları, ilişkiler, arkadaşlıklar, kendini bulma, birey olmaya çalışma zamanları. Üç defter doldu yaza yaza. Bir akşam üzgünüm herhalde, şimdi hatırlamıyorum bile sebebini, defterlerimi okuyorum tekrardan, ve daha da üzülüyorum, dedim ya ergenlik galiba. Bir karar alıyorum kimse okumamalı yazdıklarımı, ya biri bulursa ya okursa diye korkuyorum. Ama yok etmeye de kıyamıyorum. Okulda kağıttan hamur yapmayı öğrenmişiz, tüm sayfalarını yırtıyorum kağıt hamuruna dönüştürüp bir maske yapıyorum tüm yazdıklarımdan. Sembolik benim için. Maske, hislerini yaz ama dışarıya belli etme, maskeni tak ve yaşa. Ya da maske, olmak istediğim. Bilemiyorum hatırlamıyorum şu an detaylarını, belki yazılarım hala olsaydı hatırlardım ne için yaptığımı, ama artık yok, onlar bir maske(ydi) ta ki annem odamda düzgün verniklemediğim için küflenen o maskeyi bulup bir gün çöpe atana kadar. İlk yazılarım öyle yok olup gitmişti gençlik yıllarımda.


Yeşil kaplı defterden sadece yeşil kabı kalmıştı geriye. (Hala da durur sayfaları olmayan kumaş kaplı defter anı kutularımdan birinde) Dahası vardı o defterlerin, ama uzun seneler yazmadım tekrar, durdurdum kendimi. Madem yazmak beni mutsuz ediyordu, yazmamalıydım kendimce. Ama sonra bir yöntem buldum beni çok rahatlatan. Yine yazmaya başladım. Artık bilgisayarım vardı. On parmak yazmayı öğrenmiştim lisede, çok işe yarıyordu. Hızla yazabiliyordum aklımdan geçenleri. Şiirlere döndürebiliyordum duygularımı. Hoşuma gidiyordu, çok seviyordum. Ve bir sırrım vardı kimsenin bilmediği. Yazdığımı bir ben bir bilgisayarım biliyordu çünkü yazıyor yazıyor sonra kaydetmeden o Word belgesinin çarpısına basıyordum her seferinde. Sorduğunda kaydetmeden kapatmak istediğine emin misin diye Windows, evet diyordum gönül rahatlığı ile. Bir tık ile içini dök bitsin gitsin. Zamanla onu da bıraktım. Yazmak bir alışkanlık ve benim onu bırakmam gerektiğini düşünürmüşçesine. Hayat aktı gitti ben vakit bulamadım, biraz da büyüdüm işe güce girince yazmak rafa kalktı uzun bir süre. İş hayatında bir sürü sınav yazdım sadece, artık kendimden bir şey yazmamaya alışmıştım bile.


Sonra ilk Yeni Zelanda gezimizi yaptık. Orada tekrar yazdım, hem de tam tamına toplam 105 kitap sayfası yazdım tüm gezimizi. Resimlerle birlikte basıldığında çok güzel çocuklu bir seyahat gezi kitabı olacak şekilde. Tüm gezi boyunca düzenli yazdım. Dedim ki kendi kendime, dönünce Türkiye’ye bunları düzenler editler belki bir kitap olarak bastırırım, ya da bir web sayfasına dönüştürürüm. Üç sene dokunmadım o dosyaya. Tekrar hayat koşturmasına girince vakit olmadı, olamadı belki de. İş kur, çocuk büyüt, hayatı yaşa derken yine yazamadım, hatta yazdıklarıma dokunamadım.

Ve tekrar Yeni Zelanda’ya bu sefer temelli olmasını temenni ettiğimiz bir şekilde geri gelmeye karar verince aldım bu blog sayfasını. Uzaklardan yazarım, artık bahanelerim olmaz, vakit bulurum tüm düşüncelerimi yazarım diye hayaller kurdum, senelerdir içimde tuttuğum yazma isteğimi gerçeğe dönüştürürüm diye açtım blog sayfasını. İlk yazıyı yayınlamak altı ay aldı, üzerine dört yazı, şimdi bir ay ara. Yine kendimi geri tutma, yine yazamama.


Ama yazacağım çünkü yazmak istiyorum. Belki de çok düşünmemem gerek, çok eleyip ince düşünüp acaba ne yazsam, insanlar ne okumak ister sorularındansa düşünmeden yazmak, tıpkı kaydetmeden kapattığım Word dokümanları gibi hiç durmadan klavyeye saldırmak ve sonra yayınlamak olmalı benim tarzım. (iç ses: imla hataları dolar hızla yazarsan, olmaz. Ya da bu yazı ile Yeni Zelanda’nın ne alakası var, ne bu yazı şimdi senin bloğuna giren Yeni Zelanda yazısı ister senin bu saçma hikayelerini ne yapsınlar?) Burada içsese bir sus demeli, en azından bu içsese. Bir sürü karakterli içses yok mu sizlerin içinde? Ben tek olamam değil mi?


Zorunda mıyım illa yeni hayatımı yazmaya bilgi vermeye? İçimden gelenleri de yazamaz mıyım? Uzaklardan ama yine de benim yüreğimden gelmeli yazılar. Yazıyorum. Yazacağım, bu blogda bundan sonra saçmalamalarım da olacak sayın seyirci, sadece Yeni Zelanda hakkında factual bilgiler değil, informative değil bazen de laubali, bazen kişisel, bazen imla hatalı, bazen yamalı türkilizceli, bazen eğlenceli yazılarda göreceksiniz. Hazırlıklı olun. Kategorilere ayırmıştım zaten, bu yazılar genelde kendi içinde gruplanacak, isteyen geziyi okur isteyen liluveganı isteyen de içsesim düşünüyorumu.


Ajda Pekkan ile noktalıyorum bu yazıyı: Sen de yaz yaz yaz bir kenara yaz bütün sözlerimi… Planladığım bir yazının daha içeriğine ipucu olabilir bu şarkının bir kısmı. Karar alıyorum artık en az iki akşam haftada yazmaya ayıracağım, ha hepsini yayınlar mıyım söz vermeyeyim (halk tezahürat yapıyordu oysa Seyhu yaz yaz yaz diye) belki yayınlar belki yayınlamam ama kendim için yazacağım, kasmayacağım belli bir format takip etmeye, zaman içerisinde göreceğiz nasıl gelişecek sayfalar.



bottom of page